ASSAM'ın 4 yönetim organının yanı sıra 4 tane ana kurulu bulunmaktadır.
1) Yüksek İstişare Kurulu
2) Stratejik Araştırma Kurulları
3) İlmi Etüd ve Akademik Değerlendirme Komisyonu
4) Yayın Kurulu
Stratejik Araştırma Kurulları altında da 8 kurul ve bu kurullarında çeşitli sayılarda araştırma masaları bulunmaktadır.
Stratejik Araştırma Kurulları Çalışmalarından Sorumlu Koordinatör Başkan Yardımcıları | ||
---|---|---|
Akademik Kurul Çalışmalarından Sorumlu Koordinatör Başkan Yardımcısı
Türkiye silahlı olmasa da bir kardeş kavgası ile karşı karşıya bıraktırılarak yeniden etkisiz eleman konumuna getirilmeye çalışılmaktadır.
Tek başına lider ülke değil, kontrol edilebilir bir yandaş olarak bulunması Batının çıkarlarına daha uygundur.
YENİ TÜRKİYE,
YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE…
Bugün ki tarihi vetirede yaşadıklarımız, eski Türkiye olmaya devam edeceksiniz dayatması ile Yeni Türkiye olma arzusu arasındaki çatışmanın tezahürüdür.
Evet milletimiz, Yeni TÜRKİYE olma semptomları gösteriyorken, eski Türkiye’nin sahipleri de boş durmuyor.
Eski Türkiye’nin kodları İngiliz – Yahudi Medeniyetinin ortak çıkarları çerçevesinde yazıldı. Güçsüz ve Taklitçi bir Türkiye.
İngiliz - Yahudi Medeniyeti: İngiliz girişimci aklı ve aksiyonu ile Yahudi sermayesinin ittifakı sonucu kurulmuştur.
Temel prensipleri ve ortak çıkarları olan bu ittifak, İngiliz’e küresel egemenlik, Yahudi’ye ise finans rolüne karşılık Büyük İsrail’i vaat ediyordu.
Bu ittifakın ortak ideolojisi ise Emperyalizmdir.
VATİKAN’IN 2013 YILINDAKİ
İBRETLİK İNANÇ DEĞİŞİKLİKLERİ(?)
Vahye dayanma iddiasındaki bir dinin vazettiği değerler, zaman ve mekâna göre değişmez olmalıdır. Öyle bir değiştirme teşebbüsü ise, o dinin dışındakilerce değil, ancak ilmiyle en güvenilir kabul edilen müminlerince yapılabilir. Lakin o teşebbüs başarılı olursa o din, aslından uzaklaşmış demektir.
2013 yılının Mart ayında seçilen yeni Papa’nın, bir dinî lider olarak eşcinselliğe ve ateistliğe adeta dinen onay vermesi, bu uzaklaşmanın günümüzdeki örneğidir. Bunlardan birincisinde Hıristiyan şeriatından, ikincisinde ise Hıristiyan itikadından uzaklaşıldığı görülmektedir.
Papa’nın böyle bir değişikliğe neden ihtiyaç duyduğu bilinmemektedir. Fakat aynı tarihlerde bazı lobi faaliyetlerinden şikâyet etmiş olması çok ilginçtir. Tıpkı kendisinin seçilmesinin “sürpriz” diye nitelendirilecek kadar ilginç olması gibi.
ÜMMET ŞUURU VE GÜNÜMÜZDEKİ KARŞILIĞI
LUGAT AÇISINDAN ÜMMET KAVRAMI:
Ümmet kelimesi Arapça bir kelime olup, "emme" fiilinden isimdir. Çoğulu "umem"dir.[i]
“Ümmet” kelimesi lügatlerde; nesil, her canlı cins, din, belirli bir zaman dilimi, nebilere tabi olma, cemaat, tek bir sınıf, belli bir zaman ve mekanda tek bir din (gaye, yol) üzerinde birleşmiş topluluk gibi anlamlara gelmektedir.
Kavram olarak ümmet kelimesi, insanların gerek kendi tercihleri gerekse bir zorunluluk sonucu, belirli bir zaman diliminde yaşayan kimseler anlamına geldiği gibi, belirli bir tarih diliminde yaşayan ya da belirli bir dine inanan topluluklar anlamına da gelmektedir.
Görüldüğü üzere ister insanlar hakkında, ister diğer canlı topluluklar hakkında kullanılmış olsun, "ümmet" kelimesinin bütün manalarında beraberliğe vurgu vardır. O kadar ki; yaşantı bakımından, hiç değilse zaman ve mekan bakımından, başkalarıyla müşterekleri olmayan bir topluluk, ümmet sayılmamaktadır.
Oyun Devam Ediyor
Amitai Etzioni “take-off” kavramını ortaya atarken ülkelerin ve toplulukların hareketlerini uçağın havaalanı ve havadaki konumuyla açıklamaya çalışmıştır. Bu teoriye göre uçak, motorunu ilk çalıştırılıp havalanıncaya kadar yer istasyonunun talimatlarına uymak zorundadır. Yerle temasının kesilip gerekli yüksekliğe ulaşmasından sonra ise artık yer kuleden talimat alan değil ona sadece bilgi veren konumdadır. Siyasi partilerin ve finans kuruluşlarının kuruluş süreçlerini de bu teori ile açıklamaya çalışan Etzioni başarılı örgütlenmelerin take-off sürecinden sonra küresel aktörler haline gelebileceğini savunmuştur. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu take-off sürecini başarıyla tamamlamış ve devamında başarılı bir ekonomik örgütlenme olan Avrupa Ekonomik Topluluğuna dönüşmüştür.[1]
1980 sonrasındaki yeni versiyon; “2.0 küreselleşme” dalgası, beraberinde dominant gücünü, yani neoliberal anlayışı da ekonomiden, siyasete, kültürden moral değerlere kadar kısaca, toplumu inşa eden bütün kılcallarına taşıdı. Neoliberalizm; ahlaki bilgi imkanını dışlayan bir bilgi anlayışı inşa etti. Bu anlayışta ahlâk, rasyonel bir inanç konusu değil, öznel bir kanaat meselesi haline dönüştü. İnanç ve dogmaya karşıt bir dünyada, ahlâk ancak kişisel bir inanç ya da dogmatik bir kanaat meselesi olarak var kalabilir. İki durumda da ahlâk, toplumsal ve bireysel hayattaki rolünü oynayabilmek için gereksindiği otoriteyi koruyamaz. “…İnsanların hakikatin ne olduğu üzerinde tam bir mutabakata vardığı bir toplum var olamaz, olamadı. İyi toplum toplumsal hayatın ortak hakikatlerden çok, barışçıl birlikte yaşama kurallarına dayandığı toplumdur. Bu toplumlarda herkesin hakikati kendinedir…”(Yeni Şafak, 13 Kasım,2013) ifadesiyle Atilla Yayla liberal felsefenin kodlarını ortaya koymakta ve bahsettiğimiz; “ahlâkın öznel kanaat meselesi haline” dönüştüğünü doğrulamaktadır. Oysa sonuçları açısından düşündüğümüzde neoliberal düşünce biçiminin kaderi, geleceği son nokta; Nietzsche’nin modernlik kavramsalı üzerinden vurgu yaptığı nihilizmdir. Nietzsche’ye göre bu modernlik açısından sevinçle ve şevkle kucaklanması gereken bir kaderdir. Heidegger daha derine inerek, yani nihilizmin kökenine göndermelerde bulunur ve nihilizmi Batı düşüncesini oluşturan temel öğelerden görür. Nietzsche, “ahlaki gerçekler diye bir şey yoktur” derken aslında ahlâk kavramının hiç olmadığını değil, “ahlaki ölçüler ve normlar koymak saçma ve gereksizdir” demektedir. Ahlâk; maalesef neoliberal dünyada bugüne kadar hiç olmadığı bir şekilde zan altında kalmış ve örselenmiştir. Bu çapraşık algılama biçimleri toplumları nihilizmle birlikte Epiküryen bir felsefeye, yani hedonizme doğru hızla sürüklemektedir. Amoralizm doktrini ya da amoralist felsefede, toplumda ahlak kuralları oluşturmanın gereksiz olduğu savunulur ve bunun aksinin yönetimleri; baskıcı, zorba otoriter ve insanları köleleştirici bir şekle dönüştüreceği düşünülür.
Türk-İslam tarihine şeref veren ünlü ve büyük Türk düşünürü ve bilgini Farabi'nin asıl adı Mehmet'tir. 870 yılında Türkistan'da Farab'da doğdu. (Bugünkü Kazakistan sınırları içinde bulunan Otrar) Babası kale komutanlarından Mehmet Turfan'dır. Farabi ilk eğitimini memleketinde yaptı. Bir rivayete göre önce İran'a ve sonra Bağdat'a gitti. Farabi Aristo'nun Arapçaya çevrilmiş eserlerini anlaşılması kolay hale getirmiştir. Bundan dolayı Doğulu bilginler kendisine Hace-i Sani, yani ikinci üstat payesi vermiştir. 941 yılında Suriye'ye geçti. Halep ve Şam'da oturdu. 950 yılında Şam'da vefat etti.
Farabi'nin başlıca eserleri: "Ettalim üs Sani" ve "İhsan-ül Ulum" isimlerini taşırlar. Bunlardan ikincisi Arap dilinde yazılan ilk büyük ansiklopedidir.
Farabi içinde yaşadığı toplumda ağırlığını hissettiren din ile felsefe arasındaki çatışmayı siyaset temelinde çözümlemeye çalışmıştır. Çünkü o dönemde siyaset gerek felsefe gerekse dinin, hayatın biricik anlamı olarak belirlediği mutluluğun tek gerçekleşme adresidir.
Farabi'ye göre felsefe birdenbire ortaya çıkan bir disiplin değildir. Felsefe insanlık tarihi boyunca kaydedilen gelişim süreci sonunda, zorunlu, güvenilir bir bilgi vermeyen özellikle mitsel, metaforik açıklamalardan vazgeçilmesi ve akla dayalı, kesin yöntemlerin kullanılmaya başlanmasıyla bağımsız bir disiplin olarak oluşmuştur.
Felsefedeki bütün kuramsal ve pratik uğraşların nihai hedefi, insanı mutlu kılmaktır. Farabi, mutluluk için sırasıyla duyusal, tahayyül ve en üst seviyede kuramsal bilginin elde edilmesini gerekli görür. Farabi, felsefenin genel olarak amacının: "yüce yaratıcıyı bilmek, O'nun hareket etmeyen "Bir" olduğunu, her şeyin etkin sebebinin O olduğunu; O'nun kendi cömertliği, hikmet ve adaleti ile bu aleme düzen veren olduğunu bilmek" olduğunu belirtir.
SURİYE DEVRİMİ ÇIKMAZA MI GİDİYOR?
Adnan Tanrıverdi
(07 ARALIK 2013)
İÇİNDEKİLER
1. DEVRİM SÜRECİ
a. Devrimin Geçmişi
b. Muhalif Gruplar ve Gelinen Durum (07 Aralık 2013)
c. Suriye’de Tarafların Durumu (07 Aralık 2013)
d. Devrim Sürecin Değerlendirilmesi
2. ASKERİ-POLİTİK KURALLAR VE SİVİL ASKER İLİŞKİLERİNDE GENEL PRENSİPLER
a. Barış Döneminde
b. Savaş Döneminde
1) Savunmada
2) Taarruzda
3) İşgale Uğramış Ülke Toraklarında
c. Zalim Bir Yönetime Karşı Mukavemet Harekâtında
3. SONUÇ VE ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER
4. EKLER
a. El Kaide ve Irak Şam Devletinin Oluşumu Durum Raporu (07 Aralık 2013)
b. Suriye’de Muhalif Gruplar ve Rejim Kuvvetlerinin Son Durumu Raporu (07 Aralık 2013)
1879 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Prens Sabahattin'in babası, Osmanlı Adliye nazırlarından Mahmut Paşa, annesi Sultan Abdülhamit'in kız kardeşi Seniha Sultan'dır.
Babasının konağında özel eğitim gören Sabahattin; iyi bir eğitim alarak, Arapça, Farsça ve Fransızcayı küçük yaşlarda öğrenmiştir. Babasının birtakım sıkıntılar neticesiyle Paris'e kaçması, Sabahattin ve görüşleri açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Burada İlmi İçtimai (Toplum Bilimi) okulunun ileri gelenlerinden Edmond Demolins ile tanışmış ve toplum-siyaset hakkındaki görüşleri, bu okulda öğrendiği ilkeler doğrultusunda şekillenmiştir.
1902'de Paris'te Birinci Jön Türk Kongresi'ni toplayan Prens Sabahattin bu Kongrede, "Osmanlı Devleti'ne yabancı müdahalede bulunmaya ihtiyaç vardır" diyen grubun liderliğini yapmıştır. Jön Türklerin II. Abdülhamit'e karşı izlenecek yol konusunda anlaşamamaları neticesinde bölünen hareketteki önemli bir figür konumuna gelen Prens Sabahattin, Paris'te Teşebbüs-ü Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti'ni kurmuş, arkasından da cemiyetin yayın organı olan Terakki Dergisi'ni yayınlamaya başlayarak görüşlerini kitlelere ifade etme imkanı bulmuştur.
1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet'le birlikte doğan görece özgürlük ortamında İstanbul'a dönen Prens, Abdülhamit'i devirmekle hürriyet ve bireysel serbestliğin gerçekleştirilemeyeceğini savunarak, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne muhalefet etmek amacıyla Ahrar Fırkası'nı kurmuştur. Siyasal tarihimizde "31 Mart Vakası" olarak bilinen olayların tertipleyicisi olarak değerlendirildiğinden baskılara maruz kalmış ve ülkeyi terk etmiştir. Belirli aralıklarla ülkesine gelse de son olarak, çıkarılan Hilafet Kanunu neticesinde, 1924'te yurt dışına çıkmak durumunda kalmıştır. Prens Sabahattin, 1948 yılında İsviçre'de hayatını kaybetmiştir.
Koçi Bey’in hayatı hakkında kesin ve açık bir bilgi bulunmamaktadır. Koçi Bey aslen Arnavut olup Rumeli Görice’den devşirme yoluyla İstanbul’a getirildiği ve Osmanlı Sarayına girdiği bilinmektedir. Koçi Bey’in Görice’li olduğu kesin olarak bilinmemekte, ancak karısının ve oğlu Sefer Şah’ın mezarlarının Görice’de Mirahur İlyas Bey camiinde, kendisinin mezarının ise Görice’ye bağlı Plamet köyünde olması, Koçi Bey’in Göriceli olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Çeşitli kaynaklarda Koçi beyin asıl isminin Mustafa olduğu, Koçi adının onun lakabı olduğu belirtilmektedir. Koçi adı değişik kaynaklarda Koçi, Koca, Kuçi şekillerindedir. Arnavutça’da “koç” kelimesi kırmızı anlamına gelmektedir. Mustafa Bey’e yüzünün kırmızılığından dolayı Koçi lakabının verilmesi büyük ihtimaldir. Devşirme tarihi ve saraya giriş tarihi ile ilgili kesin bir kayıt yoktur. Ancak, padişah Birinci Ahmet devrinden, IV. Murat devrine kadar Enderun’da çeşitli hizmetlerde bulunduğu bilinmektedir. Özellikle IV. Murat döneminde Has Oda’ya alınmış ve Padişah’ın güvenini kazanarak onun sırdaşı olmuştur. Koçi Bey Padişah IV. Murat’ın muhasibi olarak Bağdat seferine katılmıştır. Sultan Murat’ın ölümünden sonra yerine geçen Sultan İbrahim’in de muhasibi ve sırdaşı olmuştur. Koçi bey Sultan İbrahim’in son günlerinde veya Dördüncü Mehmet’in ilk yıllarında emekliye ayrılmış ve Görice’ye yerleşmiştir.