Pazartesi, 09 Ocak 2023 08:57

Göçmen - Mülteci - Sığınmacı

Yazan
Öğeyi Oyla
(2 oy)

Stratejik önemi ve coğrafi konumu tarih boyunca Türkiye’yi düzenli veya düzensiz, zorunlu veya gönüllü göç akınları için ya bir geçiş noktası ya da bir varış noktası haline getirmiştir.
Son yıllarda yazılı ve görsel basında sıkça duyduğumuz “Göçmen”, “Mülteci”, “Sığınmacı” kelimelerini, yerli yerinde ve olması gerektiği gibi doğru kullandığımız söylenemez. Günümüzde dünya çapında patlak veren göç krizinin anlatımında “mülteci” kavramı, özellikle medya tarafından, yanlış olarak, “sığınmacı” ve “göçmen” kavramları ile eşanlamda kullanılmaktadır.
Arapça’da “terketmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicrân) masdarından isim olan “hicret” kelimesi, genelde gayri müslim ülkeden (darülharp) bir İslâm ülkesine göç etmeyi ifade eder. Bu göç hareketlerine “Muhaceret”, göç edenlere ise, “Muhacir” denilmiştir. Hatta halk arasındaki söylenişi ile “Macır” olarak yaygınlaşmıştır.

862/2007 sayılı Avrupa Parlamentosu ve Konseyi Tüzüğünün ilgili maddesinde Göçmen; “…kendi menşe ülkesinden ya da üçüncü bir ülkeden başka bir üye devletin topraklarına, en az 12 aylık bir süre için yerleşen kişiler..” olarak tanımlanmaktadır.

BMMYK (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği):”….yabancı bir ülkede bir yıldan fazla ikamet eden bir birey olarak"; İçişleri Bakanlığımız ise, “..kendi menşe ülkesinden, birçok nedenden dolayı, başka ülkeye göç eden kimseleri” “Göçmen” olarak tanımlamaktadır. milletimizin Balkanlar’dan Anadolu’ya gelenler için yaygın olarak kullandığı bir kelimedir.
Toparlayacak olursak; “Mültecilik”, hukuki bir statüdür. “Sığınmacı”, mülteci olduğu iddiasıyla ülkesini terk eden, ama “Mültecilik” statüsü kazanma başvurusu henüz sonuçlanmamış kişiyken, “Mülteci”, sığınma başvurusu kabul edilen kişidir.

İnsanlık tarihi boyunca kitlesel göç hadiseleri yaşanmış olsa da, özellikle 18. yüzyıl sonlarından itibaren, teknolojik gelişmelerin de etkisiyle, savaşlarda kullanılan silahların büyüyen tahrip gücü sonucu, özellikle Balkanlar ve Kafkasya coğrafyasında zulme, işkenceye ve katle uğrayan Müslümanlar “GÖÇ” olgusu ile karşılaşmışlardır. 1800’lü yıllardan itibaren, Yunanistan ana karasındaki Osmanlı bakiyesi bir milyon kadar Müslümanın yok edilmesini, bugün batılı tarihlerde bulamazsınız. Eski Yugoslavya (Bosna, Kosova) ve Bulgaristan’dan milyonlarca insanımız, Sırp – Hırvat – Bulgar katliamlarından korunmak için Anadolu’nun bağrına sığındı.
Esasen; coğrafyamızın karşılaştığı göç hareketleri ile tanışması son 10-15 yılda meydana gelenlerle sınırlı değildir. Göç İdaresi verilerine göre, devletimiz ve milletimizin her zaman mazlumlara kucak açmasının doğal bir sonucu olarak, geçmişten günümüze kadar ülkemize doğru yaşanan kitlesel ve zorunlu göç akınlarıyla (Müslüman – Gayri Müslim karışık) gelenler; son 525 yılda 7.449.434 kişidir. Osmanlı Devleti, İspanya’da kapana kısılan Yahudileri dahi, gemilerle kendi coğrafyasına taşımıştır. Bu toplamın 3.656.157’i 2011-2017 arasında Suriye’lidir. Türkiye dünya çapında en çok Suriyeli mülteci barındıran ülke konumundadır.

Günümüzde tüm acıları ve boyutları ile şahit olduğumuz, ülkemizin ağır bedeller ödeyerek karşılamak zorunda kaldığı sığınmacı ve göç krizlerinin derinlerdeki sebebine değinmezsek, bu yazı eksik kalır. Yani, “hırsızın hiç mi suçu yok?" diye sormak gerek.

Türklerin yaşadığı Orta Asya coğrafyasının büyük bir bölümünde yüzyıllar önce, olumsuz iklim ve arazi şartlarının etkisiyle, İran ve Anadolu’ya başta Oğuzlar olmak üzere, diğer Türk boylarının göç akınları söz konusu olmuştur. Ayrıca, bu göçlerin bir başka sebebinin, vahşi Moğol – Mançur kabilelerinin kitlesel katliamları olduğunu da görmek gerekir. Yani, Anadolu’daki biz Türklerin ataları da bir zamanlar göçmen oldular.

16. yüzyıl başlarından itibaren Sömürgecilik adeta kurumsallaştı. 1895’te, sömürgeci batılı devletler bu ülkeleri pay-i mal etmek üzere resmen anlaşma yaptılar. Özellikle Afrika, Ortadoğu, Güney ve G. Doğu Asya coğrafyalarındaki insanların yer altı ve üstü zenginliklerinin sömürülmesi, insanların köle olarak satılması ve boğaz tokluğuna çalıştırılması, itaat etmeyenlerin katli gerçekleşti. Cezayir’de çok yakın geçmişte 1,5 milyondan fazla insan sömürgelikten kurtulmak isteyen Müslüman halk, Fransız Ordusu ve onun uydusu yerel dikta rejimleri tarafından öldürüldü. Sömürgeci Emperyal devletlerin mazlumların kanını emmesi, 20 ve 21. yüzyıllarda şekil değiştirerek ve sinsi oyunlarla, entrikalarla devam etti. Afrika’yı adeta parselleyerek küçük küçük onlarca devletçiklere dönüştüren sömürgeciler; buralarda 550-600 yıl kadar adaletle hükümferma olan, ancak sömürmeyen Osmanlı İmparatorluğu’nun çök(ertil)mesi sonrasında, önlerinde hiçbir engel olmadığı için emperyalist amaçlarına ulaştılar. 20. Yüzyıl ortalarında iyice su yüzüne çıkan isyanlarla baş edemeyip, bu ülkelere sözde bağımsızlık tanıdılar. Ancak, sömürgelerden çıkarken, yerlerine geçirdikleri yerel diktatörler vasıtasıyla, bu ülkeleri haraca kesmeye devam ettiler. Postkoloniyal yöntemlerle, Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu gibi, yöneticilerini kendilerinin atadığı, çok uluslu kurumlarla mali ve ekonomik boyunduruk altında tutmaya devam ettiler. Öyle ki; Avrupa ve ABD gibi devletler, “Afrika’nın Kalkınmaması” üzerine bilimsel tezler hazırlatıp, bunları tatbik ettiler. Sömürge ülkelerinin güçlü ve köklü bir devletten yoksun olmaları, buralarda yaşayan insanların güven içinde yaşamalarına ve refahlarının gelişmesine engel oldu. Sonuçta, bu insanlar çareyi daha iyi durumdaki ülkelere göç etmekte buldu.

Varşova Paktının çökmesi ile, ABD’nin başını çektiği NATO ülkeleri, 1990’larda stratejik bir hedef değişikliği yaptılar. 70’lerde planlarını yaptıkları “Yeni Dünya Düzeni” doktrini gereğince, NATO’nun yeni hedefi artık İslam Ülkeleri coğrafyası idi. 1nci – 2nci Körfez Savaşları ile Irak’a asker yerleştiren ABD, İngiltere ve Fransa medya üzerinden ürettikleri “Diktatör Saddam” söylemi ile, Saddam’ın Kuveyt’i işgal et(tiril)mesi sonucunda, Basra Körfezinde ham petrole bulanmış kuş resimleri gibi, sahte görsel ve yalanlarla, bu coğrafyalardaki mazlumların kan- ateş ve gözyaşlarına sebep olacak taşları döşemişlerdi. Maksatları, Kuveyt’in işgalinin bahanesi ile, bölgenin petrol ve doğalgaz yataklarına çökmek idi. Saddam’ın Kuzey Irak halkına karşı uyguladığı sert muamele de onların ekmeğine yağ sürmüştü. Katliamdan kurtulmak isteyen halkın bir bölümü Türkiye’ye sığındı.
Irak ve Suriye, Türkiye’nin güvenliği açısından iki önemli faktör teşkil eder:
• Bu iki ülkenin kuzeyinde yerleşik, Irak ve Suriye Türkleri’nin durumudur. Bunlar Türk Milletinin bekası ve Anadolu’nun güneyden güvenliğini sağlamak üzere, Osmanlı tarafından stratejik bir maksada matuf olarak bu topraklara yerleştirilmişlerdir.
• Ayrıca, buralarda 90’lı yılların başından itibaren emperyal batı devletlerinin yardımı ve himayesi ile güçlenen terör unsurları, yaklaşık 40 yıla yakındır, PKK/PYD’nin bölücü terör faaliyetleri ile Türkiye’ye çok zarar vermiştir.
15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişiminden çıkmasına rağmen ordumuz, içerde ve dışarda izlediği proaktif politikalarla terörü kaynağında imha etme hususunda epey mesafe almıştır. Yani, mesele güneyimizdeki devletlerin duruşu, Türkiye’nin ulusal bütünlüğü ile doğrudan ilgilidir. Zira terör odakları 1991’den sonra Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyine yerleşmiştir.

ABD; 2001 İkiz Kulelerin uçaklarla yık(tırıl)masını (kumpasını) gerekçe göstererek, 2003’te Irak ve Afganistan’ı işgal etti. Dönemin ABD Başkanı verdiği bir demeçte, ağzından “ Bu bir Haçlı Seferidir” anlamında bir cümle kaçırdı. Irak ve Afganistan işgalleri, “Yeni Dünya Düzeni” kavramı; kurucuları tarafından “enerji” ve “su” gibi iki stratejik ihtiyacın geleceğini, yani bu zenginlikleri ne yapıp edip çalıp - çırpmaya dönük çabaların su yüzüne çıkmış halidir.

Keza, son yılların en büyük göç kitlesine sebep olanlar, Suriye’deki Sosyalist Baas Rejimi, İran ve Rusya ile başını ABD’nin çektiği batılı Koalisyon devletleridir. Azınlıktaki Şii Nusayrilerin İran tarafından desteklenmesi ile, 2011’de Suriye İç Savaşı çıkmış; Rusya’nın 2015’te bu ülkede mevcut deniz üslerini takviye etmesi, yeni kara ve hava üsleri açmak suretiyle Baas rejimine askeri destek vererek, bu ülkede yaşayan Sünni Müslüman Arap ve Kürtlerin topraklarından sürülmesine sebep olmuşlardır.
Ayrıca, ne hikmetse, görünüşte İran’a her fırsatta meydan okuyan ABD ve İsrail, dostlar alış verişte görsün kabilinden, arada bir az hasarlı hava saldırıları yapmakla yetinmekte, perde gerisinde İran ile adeta işbirliği yapmaktadır. İran’ın İsrail, İngiltere ve ABD unsurlarına hasmane bir davranışta bulunduğunu tarih hiç kaydetmemiştir. İran’a, bu tavırlarına bakarak, batılı devletlerin Sünni Müslümanlara ve hatta Türkiye’ye karşı örtülü bir müttefiki bile denebilir.

Suriye’deki köşe kapma yarışında, ABD ve onun akıl hocası İngiltere ikilisi, Rusya’dan geri kalır mı? Dünya bir gün uyandığında, sözde “Sünni -Selefi akıma sahip, aşırı şiddet yanlısı bir İslam Devleti” diye yutturulan ISIS (Irak ve Şam İslam Devleti) (IŞİD) / DAEŞ’in, masum insanların kafalarının kesilerek veya kurşuna dizilerek katlettiğini dehşetle gördü. Batı Koalisyonu (ABD, İngiltere, Fransa, Kanada, ve diğerleri) Kuzey Suriye ve Irak’ta, “ortağımız” dediği vekil gücü PYD/PKK’ya verdiği “TAZI” rolünde kovalayacağı “TAVŞAN”ı yani (DAEŞ’i) icad etmişti. Böylece, “Tavşana Kaç – Tazıya Tut!” mottosuyla, birkaç yıl içinde, “PYD’nin DAEŞ ile savaşı” görüntüsü altında, petrol sahaları başta olmak üzere, Suriye’nin 1/3’ ünden fazlası, Koalisyon Devletlerinin vekili PKK/PYD Terör Örgütünün eline geçmişti. İngiliz John’lar, Danimarkalı Hansen’ler, kafalarına kukuleta geçirerek, en korkunç İslami Terörist rolü oynuyordu. Bu arada terör örgütü militanları, batılı misyonerlerin açtığı kurslarda ve kiliselerde Hristiyan öğretisine tabi tutuluyordu. Böylece batılı istihbarat örgütleri, bir taşla birkaç kuş vuruyor, hem İslam dinini terörle özdeşleştirerek, batılı halklar nezdinde İslam’a karşı kinle dolduruyor ve diğer taraftan da bölgede yaşayan Müslüman halkı ölüm korkusuyla, bağını – bahçesini, evini – barkını, taşını – toprağını ter ederek yalın ayak - başı kabak bölgeden kaçmasını sağlıyordu. Boşalan yerlere, PYD/PKK kolayca gelip oturuyordu. PYD sayesinde üzerine çöktükleri petrol kuyularını da batılı ve Rus Petrol şirketleri boşaltıyordu.

Bu DAEŞ, nasıl bir güçtü ki, anlı – şanlı batılı koalisyonun (yani, dünyanın en güçlü devletlerinin) Hava Kuvvetlerince yapılan on binlerce bombardıman sortisiyle yıllarca bir türlü imha edilememişti (!). Çünkü, PYD/PKK ve DAEŞ işgalci batının, farklı roller verilmiş kullanışlı birer terör aparatıydı. “Tavşan – Tazı” mottosunun, bu devletlerin menfaatlerinin devamı için ayakta kalması gerekiyordu. Buna Karşılık Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve onun eğitip - donattığı Suriye Milli Ordusu (SMO) nun 2016 Ağustos’undan itibaren 6 ay kadar bir sürede icra ettiği Fırat Kalkanı harekatıyla, 3.000’den fazla DAEŞ ve PYD militanı tesirsiz hale getiriliyordu. Büyük ve güçlü devletlerin, yıllarca “yenilemedi” dedikleri DAEŞ, tünelleri üstlerine yıkılarak TSK tarafından yerle bir edilmiş; bu ülkelerin maskesi bir kere daha Türkiye tarafından indirilmişti.

2016 – 2020 yılları arasında, TSK’nın Suriye’de gerçekleştirdiği bir dizi harekatla, 911 km.lik Suriye hududu boyunca, güneye doğru 30-35 km.lik derinlikte, sayıları binlerle ifade edilen PYD/PKK ve DAEŞ teröristi bertaraf ediliyordu. DAEŞ unsurları, PYD’nin temin ettiği kamyonlarla, dünyanın başka yerlerinde kullanılmak üzere, aileleriyle birlikte (hapishanedekiler dahil) tahliye ediliyordu. Bundan anlaşılan gerçek şudur: PYD/PKK ve DAEŞ örgütleri her ikisi de Batılı Koalisyon güçlerinin kullanışlı bir terör aparatıdır.

Bu arada, Rus himayesine giren Suriye Rejimi ve Rus Hava kuvvetleri, termobarik (varil) bombalarla, Suriye’nin Sünni çoğunluklu yerleşim merkezlerini (Halep, Hama, Humus, İdlip, vb.) yerle bir etmekten geri kalmıyordu. Başta Bayır Bucak Türkmenleri ve diğer Müslümanlardan kurtulabilenlerin Türkiye’ye, diğer komşu ülkelere kaçmaya fırsat bulamamış insanları, İran destekli azgın Şii grup Haşdi Şabi milislerinin hedefi oldu. Bunlar kadın – çocuk - yaşlı demeden katlediyor, kocalarının – babalarının gözleri önünde kadınların - kızların ırzına geçiyordu.

Sözün özü; bu ağır insanlık dramının müsebbibi, emperyalist batılı devletler ile Rusya’dır. Uygur Türkü soydaşlarımızın Anadolu’ya göçünün sebebi de, sözde Komünist ama gerçekte “kapitalist -materyalist” Çin zulmü ve işkencesidir.

Günümüzde, artık hemen her şehrimizde Orta Asya ve Afrika menşe’li çok uluslu insanlarla karşılaşmamız mukadder oldu. Bunlara son 8 ayda Ukrayna sığınmacıları da eklendi. Ülkemizde bazı muhalif siyasi partiler tarafından, bu insanlık dramına sebep olanların Batılı Emperyal Devletler ile Rusya ve Çin olduğu gerçeği görmezden gelinerek, bu ülkelere karşı hiçbir tepki göstermeden, göç hadiselerinin dolaylı sosyolojik kaçınılmaz olumsuzlukları kaşınmak suretiyle, iktidara karşı bir “çıbanbaşı” argümanı haline getirilmeye çalışılması, son derece yersiz ve temelsizdir.

Hiçbir insan durup dururken doğduğu – büyüdüğü – huzur ve refah içinde yaşadığı vatanını terk etmez. Savaşları çıkararak bu göçlere sebep olanlar, doymak bilmez kişisel hırslara sahip, Allah’tan korkmayan emperyal devlet yöneticileri ve onları da kontrol eden, dünyanın en zengini küresel baron vasfındaki ailelerdir.

Günlerce açlık ve susuzluktan bitap düşmüş, yıkıntıların tozu – toprağı arasındaki Suriye’li bir çocuğun, “Sizi Allah’a Şikayet edeceğim” diye inim inim inlemesi karşılıksız kalmayacaktır. Çin işkencesi altında mahvolan Uygur Müslümanlarının feryadına; başka beldelerde hayatını sürdürmek isteyen lastik botlardaki zavallı göçmenlerin Yunan güvenlik unsurları tarafından Akdeniz’in soğuk sularına – Meriç Nehri’nin derinliklerine batırılmasına mutlak “Adil” olan, Allah (c.c.) cevap verecektir. Bunlar sebep olduğu, kan – gözyaşı ve katliam - zulümler nedeniyle, Cehennem’in en derin çukurunda ebediyen yanacaklardır. İnsanlığın tek tesellisi budur.

Ali COŞAR – 23.10.2022 /İSTANBUL

Okunma 286 defa Son Düzenlenme Salı, 31 Ocak 2023 17:02