Perşembe, 03 Ekim 2013 13:33

Savunmamı Avukatım Yapacak, Efendim! (3 Ekim 2013)

Yazan
Öğeyi Oyla
(3 oy)

1 Ekim de Müdahil sıfatımla Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesinde görülmekte olan 28 Şubat davasına katıldım.

Salonda bir sükûnet hâkimdi ve çoğunlukla sanık yakınları doldurmuştu. 28 Şubatta var olduğu iddia edilen darbe girişimi bizce kesinlikle gerçekti. Peki, öyleyse salon neden mağdur denilen kesimce doldurulamıyordu?

 

Mahkeme heyetini söz konusu davayla ilgili olarak samimi görmedim. Suçun büyüklüğüne göre değil sanıkların büyüklüğüne göre hareket ediliyordu sanki.

Sanıklar üzerinde rejim aleyhtarı gösterilen insanların baskısı hiç yoktu. Müdahil olarak katılan tarafın tamamı istisnasız askerdi. Onlarda Peygamber ocağı olarak gördükleri ve muharebe tekniklerini öğrendikleri cesaret ve fedakârlığı üst seviyede yaşadıkları TSK de ki tecrübelerini İman ile takviye ederek orada bulunuyorlardı.

Dünya ve Ahiret görüşünü mensubu oldukları cemaat ve abinin görüşü olarak gören ve tatbik edenler ortalıkta yoktu.

Onlar büyük davalarının ve hizmetlerinin geleceğini hatta İslam’ın geleceğini düşünüyorlardı.

Bir kısmı ise mağduriyet sonrası Allah’ın imtihan zinciri gereği edindiği mal ve makam hırsındaydı. Bu makamlara kolay gelinmemişti. Daha yüce makamlar muhtemel hedefti. Zaten dava sonrasında olacaklar belli idi. Kendilerini ifşa etmelerine ne gerek var, diye düşünmekteydiler.

Mağduriyetle ülkeye mal olmuş. Ülke genelinde meşhur olmuş zevatı kiram da yok değildi hani mağdurlar arasında. Şimdi sessiz sedasız İslam hizmetini ve Dünya hayatını idame etmekle meşgullerdi.

Bir kesimde sanırım; “Keser döner sap döner, bir gün hesap döner.” Atasözünden yola çıkarak, ne olur ne olmaz bu adamlar yeniden iktidara hissedar olurlarsa halimiz nice olur diyorlardı. Kendilerince kesinlikle haklıydılar.

Tevekkeli Başbakan asmış bir zihniyetle karşı karşıyalardı. Temkinli olmakta fayda vardı.

Hem geçmişte bizlerin hizmeti için onlar bize yol açmışlardı. Hizmetimiz bu duruma geldiyse onların desteği inkâr edilemezdi. Şimdi nasıl nankörlük ederiz diyorlardı.

İş hayatına atılanlar bu sistemin banka ve finans kurumlarında iş alanlar, devletle irtibatlı olanlar, ya bunların uzantıları hala bu kurumlarda iseler biz ne yaparız. Uygun kredi alamayız. Bir sıkıntıyla karşılaştığımızda bize toleranslı olmazlardı diyerek geride duruyorlar hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlardı.

Üstelik güç ellerinde idi. Öne sürdükleri birkaç müdahili zaten destekliyorlardı. Vicdan rahattı yani.

Hem Allah’ın bir hesabı olmalıydı. Biz İslam’ı kurtarmak için değil İbadet ve itaat için yaratılmıştık. Bu tarz mücadeleler vazifeli insanların göreviydi. Ne kadar çok teheccüt kılar, oruç tutar, zekât verirsem o benim için daha hayırlıdır demekte elbette haklıydılar.

Bakışı, anlayışı, idraki ve imanı ne olursa olsun gözden kaçırdıkları ve hiç düşünemedikleri bir nokta vardı. O da mahkemede apaçık ve net ortada idi.

O dönemin kudretli ve hâkim general ve amiralleri Mahkeme Başkanının sanıkların isimlerini anons ettiğinde zıpkın gibi ayağa kalkarak “ Savunmamı avukatım yapacak Efendim” diye ayakta bekliyor ve Mahkeme Başkanının işaretiyle yerine oturuyorlardı. Hepsi de; “Emir komuta zincirinin gereğini yaptık ya da ben görevli değildim.” Diyerek suçu bertaraf etmeye çalışıyorlardı.

Yani aslında sanıklarda mağdur olduğunu düşünenlerde birbirlerinden korkuyor çekiniyorlardı.

Mağdur olanlar kudretli bu insanlarla karşı karşıya geldiklerinde aslında bu durumu hatırlayıp onlara karşı kolay bir üstünlük sağlayacaklarını göremiyorlardı. İçi boş bir cesaret ve kahramanlık ortaya koyduklarını anlayamıyorlardı. Ya da işlerine öyle geliyordu.

Onların o kudret ve kahramanlıklarının aslında kendilerinde değil dayandıkları güçten TSK den olduğu aşikârdı.

Bu durumu gören tek kesim ise müşteki ve müdahil olarak dilekçe veren asli Kahramanlardı. Çünkü onlar gerçek ordu ve güç sahibi Allah ve Resulüne dayamışlardı sırtlarını. Biri arkasındaydı gücün biri önünde. Göğsünü siper etmişti davasına.

Bu dava göstermiştir ki herkes iman ve hizmet anlayışını, Dünya ve Ahiret bakışını bir kez daha gözden geçirmelidir. Doğru tekdir ve o da Allah’ın doğrusudur. Allah Resulünde bunun örnekleri çoktur.

Cenneti kazanmak kolay değildir. Bir bedel istemektedir. Şehitlik can vermeyi gerektirirse, 28 Şubat ve zihniyetiyle mücadele bir bedel istemeyecek midir?

O halde kesin olan bir sonuç var ki gerçek anlamda kazananlar o bedeli ödemeyi göze alanlar olacaktır.

Zafer bu bedeli ödeyenlerce gelecektir. Tarihte olduğu gibi o zafere de herkes sahiplenecektir. Ancak unutmamak gerektir ki, Arşın gölgesinin arandığı gün gölgeliğe yalnızca bu bedeli gerçek anlamda ödeyenler girecektir.

Arştan başka gölgeliğin olmadığı o gün gölgelenmek istemez misiniz?

O gün Allah’ın huzurunda gururlu ve vakur; “Ben bedel ödeyenlerdenim.” Demek size layık değil mi?

O halde neredesiniz?

Allah bizi davası uğrunda bedel ödemeye layık kullarından eylesin, vesselam… 

03.10.2013

Okunma 5128 defa Son Düzenlenme Pazartesi, 26 Ekim 2020 16:33
Yorum eklemek için giriş yapın