Netice olarak aynadan yansıması gereken, çağın tüm şartlarına rağmen Ashab-ı Kiram’ın Allah’ın emrettiği yoldaki sadakati ve gayreti.
Ama yansıyan, batının perdesi üzerine örtülmüş bir ümmet! Kendini içten ve dıştan muhafazaya tam muktedir olmamış bir ümmet!
Bu din, bu ümmet çağlara ses getiren, bir ayet, bir hadis için canlarını ortaya koyanlara, Ömer Muhtarlara, İskilipli Atıflara şahit oldu.
Asılacağını bile bile yirmi yıl dağlarda, at üstünde mücadele eden Ömer Muhtar!
İslamiyet ülkesinde diri tutulsun diye, taşıdığı ismin kudretini gösterdi.
Onların aynasından Ashab’ı Kiram’ın metodu yansıdı.
Arayış bâtında tüm elleri tutan bir el, tüm kalplere ayet nazarıyla bakıp zahire fiilleri ile Hakk’ı izleten bir gözdür. Ömer Bin Hattablar, Ebu Bekir radıyallahu anhlar. Yükseldikleri zirveye zahirdeki amelleri ve batındaki niyetlerindeki birlik ile yükseldiler.
Ve bu yöntem ile inşa ettikleri İslam devleti on dört asırlık bir geçmişle ilk gün ki diriliğiyle bugüne yansıyacak kudrette kavuştu.
Karşımıza çıkan keşmekeş, aynadan o zamanın yansıması değil, bugünün Müslümanları olarak aynaya yanlış açıdan bakmamızdır. Öyleyse nerede ümmetin parçasıyım deyip volkanlar saklayan yürekler?
Nerede ‘Bir’ olmaktan söz edip ahkâm kesenler? Batının hangi yüzünde boğuldu onlar?
Her sabah Müslümana lanet okuyarak uyanan Yahudi’nin hangi oyununa kandılar, Kur’an’la hadisle şarj olmuş bedenler?
Bu tefekkürler içerisinde iken dünyayı, gözümü dilimi, kâfiri dinliyorum da şunları işitiyorum:
Dünya diyor ki;
Unutma ey Müslüman! Düşmanların birliğinizi dağıtmak istedikçe, sen yıkılan yeri ellerinle onaracaksın, onarmalısın. Çünkü sen, kardeşleriyle birlikte Emri bil Maruf nehyi anil münker düsturuyla İslam sancağını âlemlere diken peygamberin ümmetindensin.
Göz diyor ki;
Ne kadar büyük bakarsan o kadarsın demektir. Baktığın kadar bilir, baktığın kadar yaşarsın. Baktığın kadarı ışık olur zihnine ve o kadarıyla başkaldırabilirsin zulme. Baktıkça anlar, baktıkça zalimin oyununu bozacak fikirler yeşertebilirsin. Bakmalısın perdenin arkasına! Çünkü sen Bilal’in sesindeki coşkuyu her gün defalarca duyansın.
Dil diyor ki;
Sen sustukça bir nesil susacak! Sen sustukça bir kâfir daha gülecek, bir Müslümanın daha kanı akacak. Sen inandığını tüm şecaatinle söylemedikçe bir kara delik daha açılacak hatalar denizinde. Unutma deniz bu dünya ise gemi bu ümmet ve ümmetin her bir parçası SENDE DÂHİL bir kaptansın.
Ve Kâfir der ki;
Silahımla ordumla sizi ortadan kaldıramadım Muhammed’in (sav) adamları! Belki defalarca savaş meydanında yenildim. Ama şimdi birliğinizi evlerinizin içine soktuğum fitnelerle oyunlarla bozuyorum. Çoğunuzdan habersiz midenize girenlerle, ülkenizin her bir alanına dağılmış adamlarımla, sizi sizin ellerinize verdiğim silahlarımla ortadan kaldıracağım.
Her şey ortada kâfir konuşuyor ve yapıyor. Peki, o zaman bizler? Hakk’ın bayrağını elinde tutan bizler? Bizlerin arkasında Allah varken, boşa kürek çekenlerin elinden kendi ellerimizle, kanımızla kazandığımız bayrağımızı tüm düşüncelerini benimseyerek yeniden teslim ediyoruz.
İyi de neden? Cevabı yok bu sorunun. Bu, yıkanmış zihinlerimizle bize, mümin şahsiyetimize oynanan bir oyun. Meydanlarda; söz oyunlarıyla, kılıflandırılmış şer’i (!) hükümlerle, kırmızı halılı platformlarda yaşıyoruz Müslümanlığı. Biz biliyoruz ki akıbet Allah’u Teâlâ’da düğümlenecek.
Şimdi bize düşen; “Ne olduk? Değil. Ne olacağız? Ve bu yolda hangi yolda biz olacağız?” diye düşünmektir.